Sinema kendin bilmektir. İlhamını Yunus Emre’den
aldığım bu cümle, pekâlâ Semih Kaplanoğlu’nun Buğday filminde ortaya koyduğu
sinemasal performans için kullanılabilir. Kendini bilmek, ister dünyevi ister
ilahi boyutlara sahip olsun, sanatçının yegane arayışıdır diye düşünüyorum. Kaplanoğlu’nun,
ilk filminden itibaren bu türden bir arayış içinde olduğuysa şüpheye yer
bırakmaz: “Kendini araman daha iyi.” Peki bu arayışın türü nedir gerçekten? Bana
kalırsa bu soruya nihai bir cevap vermek imkansızdır. Her baktığımızda farklı
şeyler görürüz. Doğamız bu bizim. Buğday filmine baktığımda, şu an için, iki
çocuk ve iki ağaç arasında şekillenen (Ivan’ın Çocukluğu ve Kurban) Tarkovski filmografisi
gibi, iki ev arasında uzanmış bir hayat görüyorum. Yani, hâlâ herkes kendi
evinde. Kaplanoğlu, ilk filminde baba evine doğru bir yolculuğa çıkar, bir
bakıma, son filminde de öyle. Çocukluğa ya da belki cennete açılan bir
anahtarın peşindedir: Biri bu kapıyı açsın.
Herkes Kendi Evinde filminde, amca Nasuhi yeğeni
Selim’e kılavuzluk eden, onu hakiki olana doğru sürüklemeye çalışan bir figürdür.
Bir iz sürücü, Stalker. Benlik, bir görüşe göre, yaşam boyunca, tıpkı bir
gezegenin güneş etrafında dönmesi misali, bir merkez etrafında dönüp durmakta,
bir anlamda, tavaf edilmektedir. Robert Bresson, Carl Dreyer, Ingmar Bergman ve
Andrei Tarkovski. Sanıyorum, Kaplanoğlu’nun etrafında en çok döndüğü yıldız Tarkovski’dir.
Adeta bir mürşid... Neden Lütfi Akad değil de Tarkovski diye sormak anlamlı mı
bilmiyorum, ama Buğday neden Tarkovski filmlerine benziyor demek anlamsızdır.
Kime benzeyecekti, bunca yolu beraber yürüdükten sonra? Ki Buğday’da da öz aynı
kalmış; iz sürücü arketipi, Hz. Hızır’a dönüşmüştür. Bir rüya gibi. Filmde,
Kaplanoğlu’nun diğer benliği diyebileceğimiz Erol karakterini Hızır’a ulaştıran
da yine Andrei’dir.
“Film yapmanın benim için anlamı metafizik anlamda
bir alana geçmek.” diyor Semih Kaplanoğlu, bir röportajında. Yıl 2008. Daha
geride, Meleğin Düşüşü filminin çekimleri sırasında, varlık ile ilgili okumalar
yapmaya başladığını söylüyor. Bu okumalardan sonra gerçekleştireceği üçlemesi;
Yumurta, Süt ve Bal ile metafiziğin kapısını açıkça çaldığını biliyoruz. Oysa
1988 yılında, Ayna filmi için yazdığı bir yazıya Tarkovski’nin şu cümlesiyle başlamıştı:
“Ve bu dünya bulmacalarla dolu olduğuna göre onun görüntüsü de bulmacalarla doludur.” Hep
aynı evdeyiz, hiçbir yere ayrılmadık. Kendisi de bir derviş olarak anılan
Tarkovski’nin evren, doğa ve görünümler hakkındaki sözlerini yorumlamaya
çalışmış olan Kaplanoğlu, artık Buğday filminde, İbnü’l Arabi’nin ve doğrudan
kutsal kitabın sözlerine kafa yormaktadır. Doğa-tanrıdan vahdet-i vücud
(varlığın birliği) perspektifine geçiş: “Tüm evren insandır.”
Hayır, Buğday bir bilimkurgu değil. En azından o
niyetle yapılmadığı anlaşılıyor. Bana kalırsa, yönetmenin kimi söyleşilerde dile
getirdiğinin aksine ne ekolojik sorunlar, ne sınırlar ne de bu türden başka bir
şeyi gerçekten dert ediniyor film. Filmin merkezinde yaradılış ve ona duyulan
minnet var. ‘Etrafı çizilen’ şey bu. Yine de bilimkurgu konusu ve kıyamet
sonrası vizyonu yönetmenin başını ağrıtacağa benziyor. Bu da kaderin bir
cilvesi olsa gerek, Solaris’te (1972) Tarkovski’nin başına da aynısı gelmişti.
Ömrü boyunca, filmini türsel çerçeveden tam anlamıyla kurtaramamış olduğu için
acı çekti. Buğday’da, dünyaya ekolojik bağlamda ve küresel düzeyde bir sesleniş
olduğu doğru ama, tüm bu unsurlar olmasaydı da Kaplanoğlu yaradılış fikrine saygı
duruş içeren bir form bulmayı mutlaka deneyecekti. Bir vesile olmuş belli ki,
çok sayıda ülkede gerçekleşen tanıklıklara ve Hac ziyaretinde oluşan bir düşünceye
bağlıyor filmin ortaya çıkışını.
Buğday’ın temel iki karakteri Erol Erin ve Cemil
Akman, filmin meselesini de bünyelerinde taşır: Bilim ve irfan. Bu iki insan
bitkiler üzerinde genetik çalışmalar yürütmüşlerdir ancak Cemil teorilerini
Erol’dan farklı olarak metafizik temellere dayandırır. Cemil’in buğday
tohumlarının yıkımı konusundaki ön görülerinin haklı çıkması sonucunda Erol’un
Cemil’i arayışı başlar. Kaplanoğlu, bu ilişkiyi Kehf suresindeki Hz.Musa ile
Hz. Hızır kıssasına göre kurar. Bu noktada, Fusûsu’l-Hikem’in, İbnü’l Arabi’nin
yorumuna sadık kaldığını belirtmiştir. Buğday’ın kuruluşunun dayandırıldığı bir
başka açık gönderme, aynı zamanda filmin temel sorusu, Yunus Emre ile ilgilidir:
“Nefes mi, buğday mı?” Menkıbeye göre, Yunus, bir gün Hacı Bektaş-ı Veli
dergahının kapısını çalar. O buğday ister ama Hacı Bektaş, “Buğday mı, himmet
mi?” diye sordurur. Bu sorular, Yunus zamanla himmet isteyene, Allah’a yönelene
kadar sürer. Filmde himmet sözcüğü nefese evrilmiştir. Kaplanoğlu bunu, birçok
dinde olduğunu söylediği “Size ruhumdan üfledim” cümlesi ile açıklıyor. Filmde
Cemil’in ortaya attığı M parçacığı, yani başka deyişle, her yaratılmışın içinde
mevcut olan, ‘Tanrı parçacığı’ fikrinin neşet ettiği kaynak burasıdır… Buğday’ın
genetiğiyle oynamak, çevreyi bozmak, insanın ilahi bütünlüğüne zarar verir ya
da tersi, insanın ilahi bütünlüğüne zarar vermek çevreyi bozar.
Buğday neden iyi bir film? “Hala kanıt mı
arıyorsun?” Yönetmenin, özellikle üçlemesi boyunca geliştirdiği sinemasından
geriye düşmeyen üst düzey bir işçiliği var. Eğri oturup doğru konuşalım. Semih
Kaplanoğlu’nun ulaştığı seviye üst düzey bir işçilikle mi sınırlı? Haksızlık
olur. Bundan ötesi var. Filmindeki görüntülerde tuhaf bir rezonans söz konusu. Bugünde var olan (yakın gelecekte desek daha
doğru) bir imge görüyorsunuz, fakat çınlamalarını bambaşka yer ve zamanlarda duyuyorsunuz.
Kaplanoğlu, amaçladığı üzere metafizik bir alana mı geçmiştir acaba? Sadece Hz.
Musa ya da Yunus’tan söz etmiyorum. Bu bağlamda, Buğday’ın yurt dışı
gösterimlerinde birçok kereler Terrence Malick sinemasıyla ilişkilendirilmesi
tesadüf müdür? “Terrence Malick filmlerinde varlıklar, maddi ‘görünüş’lerinin
ötesinde, bir bakıma, (…) ‘ne’ olduklarından bağımsız biçimde, kendilerinden
daha büyük bir ‘Varlık’ın varlığı’ haline gelirler.” Böyle yazmıştım, Terrence
Malick Sinemasında Varlık Anlayışı (2014) adlı yazımda. Tesadüf değil… “Anlamak
nesneleri yadsımakla gerçekleşir. Anlam dünyası bomboştur ve orada gözün hiçbir
değeri yoktur. Biz bu boşluğu, tam öğrenirken kaçırmışızdır. Şimdi şiirle
yoklamaya çalışıyoruz onu.” diyor Melih Cevdet Anday. Buğday’ın dünyası da,
yönetmeninin geçmişi ile birlikte düşünüldüğünde, öyle ya da böyle, şiirle
yoklana yoklana oluşturulmuştur. Belki bir de rüyayla.
Ünlü bir eleştirmen, Carl Dreyer’in Ordet’i için “içine
girmesi güç, ama bir kez girdiğinizde kaçmanız imkansız” demiş. Buğday’da da
böyle bir kumaş var bence. Şüphesiz ne Buğday bir Ordet, ne de Kaplanoğlu bir
Dreyer. Yine de bu isimleri neden andığımızın farkındayız. Ordet’te Johannes
şöyle seslenir insanlara: “İnancı eksik olan insanlar ölü İsa’ya inanır,
yaşayana değil. İki bin yıl önceki mucizelere inanıyorlar ama şimdi mucizeler
gerçekleştirmek üzere geri dönen bana inanmıyorlar.” Semih Kaplanoğlu’nun
Buğday’da yaptığı çağrı bundan farklı değil. Yönetmen, kutsal kitabın mesajını
bugün saf ve temiz bir biçimde yaşanır kılmak istiyor. Bu yüzden, hangi bulmaca
dolu görüntü aralansa altından ilahi bir metin çıkıyor. Kaplanoğlu bu bakımdan,
en azından Türkiye’de, İslami sinemanın uzun zamandır aradığı yönetmen olma
potansiyeline sahip olduğunu gösteriyor.
Peki Buğday, seyircisini gerçekten tasavvufi bir
yolculuğa mı çıkarıyor, yoksa çoktan tamamlanmış bir yolculuğu mu sahneliyor?
Bir arayış mı öneriyor, yoksa bizi sadece bir tebliğ ile mi karşı karşıya
getiriyor? Filme getirilen itirazların önemli bir kısmı burada düğümleniyor.
Didaktik olduğu, propaganda yaptığı ya da şiirden çok nesire dayandığı
eleştirilerinin bertarafı, filmin bu sorulara tatminkâr yanıtlar verip
verememesine bağlı. Sanıyorum, öncelikle kabul edilmesi gereken, Buğday’ın
büyük ölçüde bulunmuş bir şeyi anlatıyor olduğu. Seyircinin bir miktar araması
istenmiş istenmesine ama yönetmen sanki bulduğunu düşünüyor. Bilinçli olarak,
bir pay bırakarak “büyük ölçüde” ve “sanki” diyorum. Filmi sanat yapıtı olarak
ayakta tutacak güç bu belirsizlikte yatıyor. Eğer Buğday’da yeterince
belirsizlik yoksa onu benim sevgim bile kurtaramaz. Gerçekten didaktiktir,
propagandadır, nesirdir. Kimse, tüm boşlukları doldurulmuş bir bulmacanın
başına oturmaz. Önüne getirildiyse de onu kenara iter. “Sınırlandığı zaman anlamı kısıtlarız. Anlamı
kısıtladığımız zaman başka anlamlara olan açıklığı kapatmış oluruz. Tanım yok,
tanışmak var. Her zaman tanışmak.” Bir film gösterimi sonrasında, adını
bilmediğim bir seyircinin yaptığı çok güzel bir yorumdur bu. Buğday filminde
hâlâ kısıtlanmamış anlamlar bulunduğunu hissediyorum ve onu bu yüzden
savunuyorum.
Yaşıyorum hayatımı giderek
genişleyen
nesnelerin üzerinden kayıp giden
halkalarda.
Son halkaya ulaşamam hiç belki
de,
ama denemek istiyorum yine de.
Tanrı’nın, bu çok eski kulenin
etrafında,
dönüp duruyorum binlerce yıldan
bu yana;
ama bilmiyorum henüz, bir şahin
miyim, bir fırtına mı
ya da bir büyük şarkı.
Semih Kaplanoğlu’nun serüveni, Rilke’nin yukarıdaki
dizelerini hatırlattı bana. Kaplanoğlu’na (belki de herkese) zaman/mekanın
dışına çıkıp bir de öyle bakmalı. Herkes Kendi Evinde filminde, Selim’in soyadı
Akman’dır. Yolculuk, artık hayatta olmayan ailesinin taş evine doğrudur. Buğday’da
Cemil Akman, gerçekten var mıdır bilinmez, Erol’u kutsal bir taş eve götürür.
Her iki filmde de “hazine” tahta döşemelerin altındadır. Bu, yönetmenin gözüyle
gördüğümüz bir rüya değilse nedir? Nasıl yorumlanmalı? Kaplanoğlu’nun yaklaşık
otuz yıl önce dediği gibi, “Ayrıntıların özenle korunmuş yüzeyleri karanlığın
tabakalarında eskiden kullanılmış bir dil gibi zamanın tozuyla sırlandı. Bu
alfabeyi çözecek birileri de yok, iyi ki yok. Bak sözlüklerde TILSIM şöyle
tanımlanıyor: Sırları bir türlü anlaşılamayan insan gerçeği. Buna ekleyeceğimiz
herhangi bir şey yok sanıyorum.”
- Oğuzhan Ersümer